Herkes 50+1 diyor ama Demokrasi dediğimiz şey, sadece sandıktan çıkan sayılar değildir.
Halbuki, gerçek bir demokraside insanlar konuşabilir, yazabilir, eleştirebilir, hatta karşı çıkabilir. Korkmadan, endişelenmeden, etiketlenmeden…
Ama ya o özgürlük alanı sessizce daralıyorsa? Ya haklar, başına “ama”lar eklenerek sunuluyorsa? İşte o zaman sadece oy vermeye indirgenmiş bir sistemle değil, katılımcılıktan uzak, yorgun ve kırgın bir toplumla karşı karşıya kalıyoruz.
Türkiye’de bir süredir duyduğumuz en yaygın cümlelerden biri şu: “Konuşma, başın belaya girer.”
Oysa bir ülkede en çok da bu cümle utanılacak bir gerçektir. İnsan hakları, sadece savaşlarda ya da krizlerde hatırlanacak birer ideal değil; yaşamın her anına sirayet etmesi gereken temel taşlardır. Nefes almak kadar doğal, barınmak kadar meşru, konuşmak kadar insani.
Bugün Türkiye’de gazeteciler, yazdıkları yüzünden sıkıntılara giriyor. Öğrenciler, düşüncelerini pankartlara yazdıkları için gözaltına alınıyor. Avukatlar müvekkillerini savunduğu, doktorlar halk sağlığını koruduğu, kadınlar şiddete karşı direndiği için susturulmak isteniyor. Ve tüm bu olanlar, kimi zaman yargı eliyle, kimi zaman kamuoyunun sessizliğiyle “normalleştiriliyor.”
Oysa insan hakları; yalnızca bireyin değil, toplumun da vicdanıdır. Eğer bir yerde bir kadın öldürülüyorsa ve bunun karşısında hukuk sessiz kalıyorsa, orada sadece o kadının değil, bütün toplumun hakkı çiğneniyor demektir.
Eğer bir çocuk çalıştırılıyorsa, onun elleri kalem yerine çekiç tutuyorsa, sadece çocukluk değil, geleceğimiz de gasp ediliyor demektir.
Peki ne oldu da haklarımızı istemek bir cesaret işine dönüştü? Ne oldu da düşünmek bile suç kapsamına alınır hale geldi? İnsan haklarının en temel ilkesi olan “eşitlik”, neden sadece bazıları için geçerli gibi davranılıyor?
Bunları sormak, vatandaş olarak görevimiz; cevap vermek ise, hukuk devletinin boynunun borcu.
Bugün yoksulluk, işsizlik, barınma hakkı gibi sosyal hakların ihlali sıradanlaştı. Emekliler geçinemiyor, gençler geleceğe dair hiçbir umut taşımıyor.
İnsan hakları dediğimiz şey yalnızca ifade özgürlüğüyle sınırlı değildir. Barınmak, beslenmek, sağlık hizmetine erişmek, eğitime ulaşmak da birer temel insan hakkıdır. Ve bu haklar, “ekonomik koşullar” ya da “tasarruf” gerekçesiyle ötelenemez.
Bir ülkede adalet terazisi yalnızca güçlüden yana tartarsa, o toplumda hak değil, korku hüküm sürer. İnsan haklarının çiğnendiği yerde hukuk sadece bir prosedüre, devlet sadece bir binaya, demokrasi ise sadece bir sandığa indirgenir. Oysa hak dediğimiz şey, insanın doğumla kazandığı, hiçbir makamın lütfu olmayan bir değerdir.
O hakları savunmak, sadece mağdurların değil; vicdan sahibi herkesin görevidir.
Yine de umudu diri tutmak zorundayız. Çünkü hâlâ adalet isteyenler var. Hâlâ hakları için direnenler, susmayanlar, yazanlar, sorgulayanlar var. Hâlâ “birlikte yaşamanın” onurlu yollarını arayan yurttaşlar var.
En önemlisi: hâlâ haklarını bilen, hakkı yenmişlerin elinden tutan insanlar var.
İnsan hakları bir lütuf değil, bir mücadeledir. Bu mücadele sessizliğin değil, sözün; korkunun değil, cesaretin; razı olmanın değil, itirazın mücadelesidir.
Zor olacak ama bir o kadar da mümkün.
Çünkü tarih hep şunu gösterdi: İnsan hakları er ya da geç, en karanlık dönemlerin bile duvarlarını çatlatır.
Ve her çatlağın ardında bir ışık vardır.