Atatürk, Falih Rıfkı ve Zaman

Yayınlama: 17.07.2023
58
A+
A-

Cumhuriyetin ikinci yüzyılına başlarken; yüzyıl önceki başlangıç jeneriğini, konum bilgisinin tam koordinatlarını tekrar gözden geçirip hatırlamak son derece önem taşıyor.

Bu günkü dersimiz ATATÜRK.

Başvuru kaynağımız da “öğretmenimiz” Falih Rıfkı Atay’ın “Atatürkçülük Nedir?”[i] isimli kitabı olacak.

Öyleyse önce Falih Rıfkı Atay (1994-1971)…

İstiklâl madalyası sahibidir.

Madalya, hele İstiklâl Madalyası öyle kolay alınmaz.

Birinci Dünya Savaşı’nda yedek subaydı. Suriye’de Cemal Paşa’nın özel kâtipliğini yaptı. Suriye ve Filistin’deki savaş anılarını Ateş ve Güneş (1918) kitabında topladı. Cemal Paşa’nın Bahriye Nazırı olması üzerine Kalemi Mahsusa müdür yardımcılığına getirildi. (1917)

1920’de Millî Mücadele’yi destekleyen yazıları sebebiyle Başbakan Damat Ferit tarafından “behemehâl idam edilmek” emri ile mahkemeye, Kürt Nemrut Mustafa Paşa divan-ı harbine teslim edildi. Yâni Damat Ferit iddianameyi de, alacakları kararı da mahkeme heyetine tebliğ etmişti.

İkinci İnönü Zaferi’nden sonra kurtuldu. İzmir’in kurtuluşundan sonra Yakup Kadri ile beraber İzmir’e gitti. Mustafa Kemal Paşa ile tanışıp dostluğunu kazanan Falih Rıfkı Bey, Atatürk’ü yakından tanıtan anılarıyla ünlendi. Atatürk’ün ölümüne kadar onun başyazarı olarak kalmış,  1923-1950 yılları arasında da milletvekili olarak siyasette yer almıştır.

Atay, kitabın önsözüne; “Atatürkçülük de gitgide sağ ve sol fikir akımları arasında kendi gerçek kimliğinden uzaklaşmaktadır. Solda komünistin de, sağda Ayasofya’cının da silahı ve siperi O” diye başlar. (“O” büyük!)

“Komünist ve Ayasofya’cı” ?

Devam ediyoruz;

“Atatürk, çok defa söylediklerinin ve yazdıklarının arkasındadır. Onu yaptıkları ile ele almak gerek. Atatürk 19 Mayıs’ta Samsun’a çıktığı vakit ‘Makam‐ı Mukaddes‐i Hilafeti düşman esaretinden’ kurtaracağını söyleyen, ya da bildirilerinde yazan adam değildir. Dinde yeri olmayan ve Türklüğü medeniyet yolunda alıkoymaktan başka işe yaramayan halifeliği yıkan adamdır”.

“Geçmişin hikâyelerinden anlıyoruz ki Atatürk, Osmanlı emperyalisti değildi. 1908 meşrutiyetçilerinin Paris’teki yayınlarında ise istibdat rejimi yıkılır yıkılmaz kaybettiğimiz eski topraklara kavuşacağımız vaat olunmakta idi. Atatürk ilk subaylığından beri pekiyi bir askerdi. Kuvvet hesaplarına dayanan bir realistti.

Bir akşam gene Selanik gazinolarından birinde şu konu ortaya atılmıştı; –‘Hepimiz Sultan Hamid istibdadının yıkılmasını istiyoruz. Ama hiç birimiz o yıkılıp ta iktidar bize kalırsa ne yapacağımızı söylemiyoruz’.

Herkes sıra ile kendi fikirlerini ortaya attı. Mustafa Kemal’e sıra gelince, O; –‘Rumeli’de ve küçük Asya’da bizden olmayan toprakları içine almayan bir sınır çizerim. Bu sınır içindeki memleket ve milletimizi kurtarmaya bakarım.’

Cebesoy gibi güçlü kuvvetli arkadaşları olmasa sofradakilerin saldırışlarına bile uğrayacaktı. Bosna‐Hersek ve Girit’i bırakmak ha! Suriye, Filistin ve Hicaz’ı bırakmak ha…”

“Medine kuşatılmıştı. Mustafa Kemal’e Ordu Komutanı yetkisi ile Hicaz Kuvve‐i Seferiyyesi başına geçmesini teklif ettiler. Şam’da bizim karargâha geldi. Durumu şöyle bir inceledikten sonra; –‘Bir defa ben gitmem ya… Size de sorarım: Medine’de ne işiniz var? Siz bu toprakları bile tutamaz bir haldesiniz. Medine’yi bırakınız, ne kadar kuvvetiniz varsa Filistin cephesine toplayınız.’

Medine’yi bırakmak? Peygamberimizin merkadini son Türk kanı damlasına kadar savunmamak? Biz Osmanlı Türkünün aklına gelecek şey mi idi bu?

Gerçekte ise Medine’yi kuşatanlar İngiliz casuslarının emri altındaki peygamber torunları idi. Atatürk 1908 ihtilalinden sonra kaybedilmiş olanlar için sergüzeştçilik etmeye, Yemen gibi Türk olmayan topraklar için Türk kanı dökülmesine karşı idi. İrredantizmacı değildi.”

“Birinci Dünya Savaşı Osmanlı ‐ İslâm milliyetçisi Enver Paşa için bir Cihad‐ı Mukaddes idi. Bir haç‐hilâl savaşı idi. Protestanların Protestanlarla, Katoliklerin Katoliklerle, Ortodoksların Ortodokslarla boğuştukları bir yeniçağ emperyalizmi savaşı içine girdiğimizi düşünmüyorduk bile.

Durmadan fetva çıkarıyorduk. Afrika’dan getirdiğimiz Sünusî şeyhini el üstünde tutuyorduk. Cephelerde Türkleri öldürürken esir aldığımız Hint Müslümanlarını misafirler gibi ağırlıyorduk. Medine’de Peygamberin türbesini,  İngilizlerle birleşerek saldıran Peygamber torunlarına karşı savunuyorduk”.

“Birinci Dünya Savaşı’nda Ordumuz için ‘Muzaffer olmasın Yârab!’ redifli bir gazel yazan hoca  İstanbul’a dönmüş, halifenin  Şeyhülislâmı olmuştu. Bir sarıklı hoca, Sait Molla,  İngiliz karargâh kapılarında jurnal verme nöbeti bekliyordu. Medrese Mustafa Kemal’in ve onunla çarpışanların ‘katli vacip’ olduğuna fetva vermişti.

Bu fetvalar Anadolu’ya dağılınca Mustafa Kemal güç durumda kalmıştır. Bana bir dostum anlattı idi;

–‘Adana cephesine gidecektik. Konya’da arabalar hazırlatmıştık. Fetva haberi yayılınca ısmarladığımız arabalan getirmediler, yüzümüze bile bakmadılar.’

Halife adına ve Şeyhülislâm fetvaları dağıtılarak Anadolu’da çıkarılan isyanların altmışa yakın olduğunu duymuştum.

Vâlâ Nurettin’in Nazım Hikmet için yazdığı kitapta okudum. Sakarya Savaşı günlerinde Ankara’da imişler. Millet Meclisinin karşısındaki Belediye Bahçesinde otururlarken istasyona doğru inen askeri selâmlamak için Mustafa Kemal Meclis balkonuna çıkmış. Vâlâ ile arkadaşının yanlarında ve arkalarında Milletvekilleri varmış, Kulaklarıyla: ‘Şu herife bir kurşun sıkan olsa…’ diye konuşulduğunu işitmişler.

Gazi ve Müşir Mustafa Kemal Paşa ordusu ile İzmir’e girdiği zaman, Bursa Milletvekili rahmetli Muhittin Baha musluk başında bir hocaya şu müjdeyi verdiği vakit, hoca; –‘Yunanlıdan kurtulduk. Bakalım Mustafa Kemal’den. Nasıl kurtulacağız?’ demişti”.

“Bir küçük hikâye anlatayım: Balkan Savaşı’nı kaybetmişiz. Koca Rumeli’yi bırakmışız. Üsküp te kaybettiğimiz şehirlerarasında. Sonradan Atatürk’e umumi kâtiplik eden Haşan Rıza Soyak bir ara memleketi olduğu için Üsküp’e döner. Kendi gibi gençlerle toplanarak orada kalan Türklüğü kurtarmak, yeni hayat şartları içinde ileri bir cemaat olarak yetiştirmek için okullar açmayı düşünürler. Müftü toplantılarına gelir. Okul programı üzerinde konuşulduğu vakit, hoca bu programın Kur’an, tecvit gibi eski medrese ilkokulları dersleri olması gerektiğini söyler. ‘Ama okuldan çıkan bakkallık da edecek. Hesap da bilmesi lâzım!’ gibi tartışmalara kulak bile vermez. Aynı günlerde Haşan Rıza Soyak’ın tanıdığı bir Sırp jimnaz öğretmeni kendisi ile konuşurken der ki; –‘Dört yüz yıl size esir kaldık. Okulla kurtulduk. Sizin de okul açarak başımıza belâ olmanıza izin veremeyiz’.”

“Laisizme aykırı davranışların CHP’nin son yıllarında başladığı da bir gerçektir. Köy Enstitüleri sistemi bozularak, devrim eğitiminin bütün halk çocuklarına benimsetilmesi dâvası, bazı C.H.P. Millî Eğitim Bakanlarınca aksatılmış, din bakımından hiç, ama hiç bir manası olmayan Kur’an kursları,  şeriatçı ilkokula çevrildikten,  İmam‐Hatip okulları da şeriat liseleri sırasına geçtikten sonra, Atatürkçülüğün iki temel taşı, laisizm ve eğitim birliği köklerinden sarsılmıştır. Seçim yatırımları da halk vicdanı sömürücülüğünü en etkili yatırım olarak saydığı için Türkiye bütün dünyada ‘gerileme’ hükmünü giymiştir”.

“Atatürk bir diktacı mı, bir hürriyetçi mi idi? Bir akşamüstü birlikte Sarayburnu parkına gitmiştik. Bir aralık: ‘Kimde bir küçük defter var?’ dedi. Sanırım garsonlardan biri kendine bir küçük cep defteri uzattı. Bir şeyler yazdığını görüyorduk. Biraz geçtikten sonra: “Bunları sana okutacağım. Gözden geçir!” diye karaladığı sayfaları bana verdi.

Baktım, yazı benim Ankara’daki komisyondan getirdiğim yeni Latin alfabesi ile! Binlerce kişiye Atatürk’ün Türk yazısını temelden değiştiren sözlerini okudum. Coşkunca bir alkıştır, koptu, iki gün sonra da Anadolu yolculuğuna çıkarak halka yeni yazı öğretmenliği etti. Bu tepeden inme bir olupbitti idi. Büyük Millet Meclisinin haberi bile yoktu. Metodun diktatörce olduğuna şüphe edilemez”.

“Ben ömrümde onun kadar tartışmaya katlanan devlet ve hükümet adamına rastlamadım. Pek genç yaşımda devamlı olarak yanında idim. Hiç bir fikrimi saklamak ihtiyacını duyduğumu hatırlamıyorum. Dalkavukluğu meslek edinmeyenlerin hepsi de öyle idi.

Atatürk’le tartışmak için yiğitliğe lüzum yoktu.

Diktatör sözünden tiksindiğini hep bilirdik. Devrinin diktatörleri, Mussolini ve Hitler, demokrasiye karşı idiler. Doktrinleri bu idi. Atatürk, karakterce demokrat ve inanç bakımından hürriyet rejimcisiydi”.

“Sayı çoğunluğu, çok defa, değerini kolayca kaybeder: 1908 de Osmanlı İmparatorluğu Müslümanlarının, Arnavut, Boşnak, Kürt, Türk, Arap, Çerkez, yüzde doksanı, eğer bir plebisit yapılsa, Sultan Hamid’e oy verirdi. Nitekim 1909, 31 Martındaki ayaklanmada, 1908 ihtilâlinin sembolü olan mektepli subaylar öldürülmüştür”.

“Bu adam Çanakkale’de İngiliz siperlerinden bir iki metre beride kumanda eden eşsiz kahramandır. Bu adam memleket ve millet kurtuluşu söz konusu olduğu vakit Anadolu’da Yedi Düvele meydan okuyan adamdır.

Yunanlıları denize döken son saldırıştan önce ve İngilizlerin mütareke teklifleri de gelince, artık bu işi bir tatlıya bağlayalım, havası cephe gerisini sarmıştı. Hazinede para tükenmişti. Son saldırışa atılıp hürriyet savaşını sona erdirmeğe karar veren Atatürk’e Ordu kumandanlarından biri;

–‘Bir milletin varını yoğunu zar gibi ortaya atmayı tarih affetmez’ dedi.

–‘Milletin varı yoğu bundan mı ibarettir, paşam?’

–‘Evet, bundan ibarettir.’

–‘O halde kati neticeyi bununla almağa mecburuz.’

Bir başkası;

–‘Fakat efendim, bizim bütün geri teşkilâtımız düşmanı yirmi kilometreden fazla takip edemez.’

–‘Bizim bütün geri teşkilâtımız düşmanı yirmi kilometreden fazla takip edemez mi, Paşam?’

–‘Evet, edemez.’

–‘Demek düşmanı yirmi kilometre içinde yok etmeğe mecburuz.’

O adam, işte bu adamdı. Benim gerçek milliyetçilik hocam”.

“Kim vardı Reşat’ın öncesinde? Elektrikten korkan, telefondan ürken, denizaltıyı vehimden karada çürüten Abdülhamit. Onun da gerisinde bir deli. Reşat’tan sonra düşman zırhlısına sığınarak kaçan Vahideddin. Bir hanedan böylece ancak sönüp gider. Çanakkale savaşında İstanbul tehlikeye girince padişah için Eskişehir’de bir konak hazırlanıyordu. Bütün saray; ‘-Padişahımızı dışarılara götürecekler’ çığlıkları içinde kaldı.

Saray… Vatan o, millet de onun içinde oturanlardı. Son padişah, İstanbul’da sarayında kalmaktan başka hiçbir kaygı duymuyordu”.

Bu kadar ders yeter mi, tarih tekerrür eder mi?

Elbette yetmez, ders alınırsa da tekerrür etmez.

Açın bakın Falih Rıfkı’yı… Döne döne okuyun. Bakın daha başka neler yazmış?

Neler yazmamış ki!

REKLAM ALANI