Geçen gün bir dizide (Jack Ryan) bir lâf duydum, dünyam karardı.
“Bir zaman koloniysen, her zaman kolonisin”.
Gözümü hangi duvara çevirsem, hangi pencereden baksam artık o sözü görüyorum.
Üstüne üstlük, o yetmezmiş gibi aynı gün Reha Ören de, Falih Rıfkı Atay’da bir alıntı yaptı;
“Biz Osmanlı Türkiye’sini yakından tanımış olanlardanız. Yabancı, egemenimiz; Hristiyan ve Yahudi azınlık efendimizdi”. [i]
Günün, gökten zembille inen politikacısı Arıklı bile, Kıbrıs için; “Yahudiler ülkemizde avukatlar aracılığı ile arazi topluyor, ülke toprakları satılıyor, yakında yabancıların kiracısı olacağız” diyor.[ii]
Hamza Ersan Saner’i anladık da Faiz Sucuoğlu nerede? Son UBP kongresinde neler oldu, Üstel nasıl önce genel başkan, sonra başbakan olarak “atandı”?
Türkiye Cumhuriyeti’nin Lefkoşa Büyükelçisi Feyzioğlu Kıbrıs’ta oy kullanacak olan seçmen sayısının 142 bin olduğunu söylemiş.
142 bin seçmenin yoğun olduğu Karpaz’da Feyzioğlu ne arıyor, ne yapıyor, neyin propagandasını yapıyor? Meclis Başkanı Töre onunla beraber orada ne arıyor da sorulduğunda “Yanlış bir şey yaptığımı düşünmüyorum” diyor?
Annan Planı’na dönelim mi?
Sevgül Uludağ o dönemde demişti ki;
“Bizi Amerikalılar örgütledi, biz de 3000 kişiyi eğittik”.
“Barış ve Demokrasi” hareketi kurucuları Meral Akıncı, Ayla Gürel, Bülent Kanol ve Oya Talat; AB fonlarından 1 milyar 200 milyon dolar almışlardı.
Kıbrıs Türkü’ne “yes be annem” dedirtmek için.
O günleri hatırlayalım mı?
“Afrikalı, Ganalı” Annan, Kıbrıs meselesini o kadar iyi biliyordu ki kısa sürede ana metni ve yaklaşık 200 sayfayı bulan ekleri ile birlikte dokuz bin sayfaya ulaşan bir plan hazırlayarak 11 Kasım 2002’de taraflara sunmuştu.
İki yıllık bir sürede her iki taraf da müzakereler ışığında plana itirazlarını ve taleplerini iletti, plan bu talepler ışığında gözden geçirildi.
Ancak iki taraf yine de uzlaşamayınca, “2004 Şubat’ında alınan bir karar uyarınca plâna son şeklini Kofi Annan verdi”, boşlukları doldurdu ve 24 Nisan 2004 günü plan kuzey ve güneyde referanduma sunuldu.
Allah Rahmet Eylesin; Saffet Anibal’ın döner tezgâhının başında hazırladığı her tabaktan sonra keyifle söylediği ”Yes be annem” sloganını “aşıran”lar sayesinde Türk kesimi yüzde 65 “evet”, Rum Kesimi ise yüzde 76 “hayır” dedi.
Rumlar; a) AB’ye alınacakları zaten önceden açıklandığı için ve b) Verilenleri az bulup daha fazlasını istediklerinden… “HAYIR” dediler.
Dolayısı ile referandum, Rumlar sayesinde, onlar hayır dediği için “kabul edilmemiş” oldu.
“Devlet kuran son Türk” Denktaş, Rumların “Hayır”ından sonra “Dualarım Rumların üzerine olsun” dedi.
Türk tarafında sadece DENKTAŞ ve UBP “HAYIR”cı idi. Serdar, partisini “serbest” bırakmıştı.
Fakat plan “kabul edilmediği halde” Rumlar AB’ye alındı.
Türk kesimi yüzde 65 evet demişti değil mi?
Ama Hüseyin Mümtaz ve arkadaşları, Feyzioğlu’nun şimdi gezdiği o Karpaz’da bir ay “çalışmışlardı”.
Sonuçta; (kahve toplantılarında arada bir “Ama önce Ulûl emre itaat” itirazları olmasına rağmen) Karpaz’dan “yüzde 67 Hayır” çıkmıştı.
“Barış ve Demokrasi” hareketinin Eurolarına rağmen.
Meraklıları açıp o günkü sandık sonuçlarına bakabilir.
Şimdi… Daha önce yazdıklarımıza bir bakalım;[iii]
Koloni, “Sömürge” kavramının iki tarafı vardır, a)Sömüren, b)Sömürülen.
“Sömüren”i ben “sömürgen” yahut daha kısaca ve anlaşılır şekilde “sürüngen” diye tarif edeceğim.
1878 İngiliz sömürüsü 82 yıl sonra 1960’da bitti, 63 Aralığında “toprağı bol oldu” ve 15 Kasım 1983’de “Türkler” Devlet kurdu.
Tam 40 yıl önce…
Ve bu devlet 40 yıldır, bırakın İngiliz Uluslar Topluluğu’nu; Türkiye haricinde kimse tanımasa da “devlet”tir. Anıt Mezarı hala ve bir türlü yapılamayan Denktaş da “DEVLET KURAN SON TÜRK”tür.
Ama…
“Sürüngen”e, yâni gardiyana duyulan aşk, yâni Stockholm Sendromu bitip tükenmemiştir.
Türkiye işgalcidir, Türkiye çok kötüdür, Anamur’dan gelen su “adanın ekolojik dengesini bozmaktadır”, bir de elektrik de gelirse Teknecik Santralında hâkim Rumofillerin keyfini çok kaçıracaktır, zinhar gelmemelidir!
24 saat Türkiye’ye söveceksin ama Türkiye’ye sokulmayınca çok kızacaksın…
Gitme kardeşim…
İngiltere’ye giremeyince, İngiltere’de hapsedilince neden bağırıp çağırmıyorsun?
Konuya “kıbrıslıtürk” solu ile girelim mi?
Çünkü o cenahta bitmez tükenmez bir “British/London/GBP” hayranlığı vardır.
Para birimleri Sterlin’dir. Utanmasalar ekmeği bile onunla alıp verirler. Eski gardiyanlarına bitmez tükenmez bir hayranlıkla bağlı olup ölesiye özlem duyarlar.
Hele son haberi duydunuz mu?
Esnaf ve Sanatkârlar Merkez Birliği Başkanı Kemal Altuncuoğlu, Kıbrıs Vakıflar İdaresi’nin kira bedellerini sterline çevirdiğini açıkladı.
Kıbrıs Vakıflar İdaresi yâni EVKAF…
Sırada maaşların da sterlinle ödenmesi mi var?
Selimiye’ye yine “God save the queen (pardon king)” mahyası mı asacaksınız?
“Stockholm sendromu”nun yeryüzündeki en somut örneğidirler. “Rum sevicilikleri” de oradan gelir. Sadece 82 yıllık “Union Jack” altındaki Rum birlikteliğini/kardeşliğini ilahi bir “kader birliği” olarak algılayıp 1877’den önceki 308 yılı görmezden gelir, yok sayarlar.
(Geçmişi kısaca hatırlayalım mı?
Ruslarla yapılan 93 Harbi sonrasında ada (Abdülhamit’in mal varlığına dokunulmaması kaydıyla) 92.799 sterline “kiralanır”. İlk Birleşik Krallık bayrağı 12 Temmuz 1878 günü Lefkoşa burçlarına çekilir. Birleşik Krallık, adayı “Komiser” diye tabir ettiği yüksek rütbeli yöneticilerle idare eder. 1914’te başlayan I’inci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın Birleşik Krallık karşısındaki Almanya’nın yanında savaşa girmesi üzerine Birleşik Krallık adayı ilhak edip vali tayin eder. Lozan’ın 21’inci maddesi gereğince de ilhak resmen tanınır.
1925 yılında Kıbrıs Crown Colony olur ve adaya ilk Türkiye Cumhuriyeti konsolosu atanır).
Konumuza dönüyoruz…
Kendilerine sorsan bunlar sıkı solcudur. Sömürge yoldaşları Rum’u çok severler, sömürgenleri Kraliçeyi (Kralı) ise çok çok severler.
Türk’e söverler. Nefret ederler.
“Sömürgen/Sürüngen Solcusu”durlar.
Geçen gün yaşlı bir mücahidi dinliyorum televizyonda…
1955’i, 1958’leri, 63’leri anlatıyor, Erenköy’ü anlatıyor, arkadaşlarını hatırlatıyor… Belli ki kan, ter ve gözyaşı akıtmış bir kahraman…
‘Sonra’ diyor, ‘Herşey bittikten, devletimizi kurduktan sonra emekli de olmuştum, İngiltere’ye gittim… Ve dünyam aydınlandı. Sistemin nasıl işlediğini, sokaklarda nasıl yürüneceğini öğrendim. İnsanları hayranlıkla seyrettim. Hayran oldum’.
Kıbrıs’ta yaşlıların büyük bölümü ne yazık ki bu ‘Sendrom’ ile malûl. Gardiyanına, Müstemlekecisine hayran.
‘İngiliz dönemi’ diyor, başka bir şey demiyor.
Kıbrıs’ın geleceğini, geçmişi doğru yaşayıp hatırlayanlar öğretmeli ve kurmalı…
‘Denktaş’la bir yere gelemedik’ diyorlardı; ‘Denktaş’ı ekarte ettikten sonra’, ‘Denktaş’sız’ ve nihayet ‘Denktaş’tan sonra’ geldikleri, gelebildikleri yer ortada…
Mücahit Marşı’ndaki “TÜRK KIBRIS”a ne oldu?
…
“Sir Garnet Wolseley” veya “Sir Münir” yeniden Girne Kapısında, Sarayönü Meydanında yahut Büyük Han’da geziniyor gibi mi geliyor size de benim gibi?
Siz de benim gibi bu sıralar her gece kâbuslarla mı uyanıyorsunuz?