Devlet, yalnızca yasa koyan ya da kamu hizmeti sunan bir yapı değil; aynı zamanda vatandaşın güven duyduğu, adalet beklentisini taşıyan bir kurumdur. Ancak son yıllarda Türkiye’de bu anlamın zayıfladığı, vatandaşla devlet arasındaki ilişkinin giderek mesafelendiği bir dönemden geçiyoruz. Hukukun öngörülebilirliği, yargının tarafsızlığı ve temel hakların güvencesi konusundaki tereddütler, devletin sadece işleyen bir mekanizma olmasının yetmediğini, aynı zamanda inandırıcı ve kapsayıcı da olması gerektiğini gösteriyor.
Bu noktada, Türk siyasal geleneğinde önemli bir yere sahip olan “töre” kavramı bize tarihsel bir perspektif sunar. Töre, yalnızca bir gelenek değil; halkı da yönetenleri de bağlayan, adalet ve ortak yaşam ilkelerine dayanan bir toplumsal sözleşmedir. Modern çağda bu işlevi anayasa üstlenir. Ancak anayasa da, tıpkı töre gibi, sadece var olmakla değil; herkes için bağlayıcı ve vicdanlarda karşılık bulduğu sürece anlam taşır.
Töresel anlayışta hakan bile töreye tabidir. Bu, gücün sınırlandırılması gerektiği düşüncesinin tarihsel bir izdüşümüdür. Bugünün anayasal düzeni de aynı anlayışı taşımak zorundadır. Anayasa, yalnızca teknik bir metin değil; adaleti ve toplumsal güveni ayakta tutan temel yapıdır. Fakat bu yapı, kuralların sadece bazılarını bağladığı bir düzene dönüşürse, toplumun gözünde anlamını yitirir.
Ne yazık ki bugün Türkiye’de anayasanın töreden koptuğu, yani vicdani ve toplumsal bağlarını zayıflattığı bir süreç yaşanıyor. Yargı bağımsızlığına duyulan güvenin azalması, temel hakların esnetilmesi ve kuralların eşit biçimde uygulanmaması, anayasanın sadece kâğıt üzerinde kalmasına neden oluyor. Bu sadece bir hukuk krizi değil; aynı zamanda bir anlam ve meşruiyet krizidir.
Toplum bu krize sessiz ama dikkat çekici biçimlerde tepki veriyor. Siyasal katılımdan geri durma, yurtdışına yönelme, gündelik tercihlerle sistem dışı tepkiler geliştirme gibi davranışlar, anayasal düzenin sadece yazılı değil; yaşanabilir, adil ve kapsayıcı olması gerektiğini hatırlatıyor.
Bugün ihtiyacımız olan şey, anayasayı yeniden bir toplumsal söz haline getirmek; yani onu yalnızca hukukçuların diliyle değil, toplumun vicdanıyla konuşan bir yapıya kavuşturmaktır. Bu da ancak töre anlayışındaki gibi, gücün kendini sınırlandırması, adaletin herkese eşit uygulanması ve yönetenin de kurallara tabi olduğu bir anlayışla mümkündür.
Devletin kalıcılığı yalnızca kurumların devamlılığına değil; adaletin istikrarına ve kurallara duyulan güvene bağlıdır. Gücü elinde tutanların kurallara uymadığı bir düzende devlet ayakta kalabilir; ama devlet fikri çöker. Bu nedenle anayasa, bir metin olmaktan çıkarak yeniden bir anlam, bir vicdan, bir ortak söz haline gelmelidir.