Türkiye’de uzun süredir yaşanan ekonomik sorunların temelinde yalnızca geçici krizler ya da hatalı politikalar değil, çok daha derin ve kalıcı bir sorun yatmaktadır. Gelir ve servetin adil paylaşılmaması sorunu. Toplumun küçük bir kesimi her geçen gün daha da zenginleşirken, geniş halk kitleleri en temel ihtiyaçlarını bile karşılamakta zorlanıyor. Bu durum yalnızca bir ekonomi meselesi değil; aynı zamanda toplumsal huzuru ve barışı tehdit eden ciddi bir sorundur.
Fransız iktisatçı Thomas Piketty’nin dikkat çektiği gibi, gelir ve servetin az sayıda elde toplanması sadece bir eşitsizlik değil, aynı zamanda bir sosyal ve siyasal krizdir. Çünkü eşitsizlik derinleştikçe toplumdaki ortak değerler aşınır, insanlar arasındaki güven zayıflar, dayanışma duygusu körelir ve birlikte yaşama iradesi giderek zayıflar.
Türkiye’de bu adaletsiz yapının temelleri, 1980 darbesi sonrasında atıldı. Neoliberal politikalarla birlikte devletin ekonomideki yönlendirici rolü küçültüldü; kamuya ait fabrikalar, limanlar, hastaneler ve bankalar özelleştirildi. Eğitimden sağlığa, barınmadan ulaşıma kadar pek çok temel hizmet, yalnızca parası olanın erişebileceği bir ayrıcalığa dönüştü. Bu dönüşümden en çok faydalananlar büyük sermaye grupları oldu. Sermaye sahipleri servetlerini katlarken, emek gelirleri reel olarak geriledi. Sendikalar etkisizleştirildi, iş güvencesi azaldı, toplumsal tabakalar arasındaki hareketlilik zayıfladı.
Bugün Türkiye’deki servet dağılımı, bu eşitsizliğin çarpıcı bir yansımasıdır. En zengin yüzde 1’lik kesim, toplam servetin yaklaşık yüzde 40’ını elinde tutarken, en yoksul yüzde 50’lik kesimin sahip olduğu servet yüzde 1’i bile bulmuyor. Gelir dağılımında da benzer bir çarpıklık söz konusu. En üst yüzde 10’luk kesim, toplam gelirin neredeyse yarısını alıyor. Bu tablo, sadece adaletsizliğin boyutlarını değil, aynı zamanda sosyal hareketliliğin de ne kadar sınırlandığını gösteriyor.
Öte yandan, yüksek gelirli grupların gelir ve harcama biçimleri de ekonomide önemli dengesizliklere yol açıyor. Sermaye piyasalarına ve gayrimenkule yatırım yapan kesimler, faiz ve kira gelirleriyle büyük kazançlar elde ederken, bu grupların lüks ve ithalata dayalı harcama kalıpları enflasyonu besliyor. Aynı zamanda konut piyasasında spekülatif yatırımlar, konut fiyatlarını şişirerek barınma krizini derinleştiriyor. Bu mekanizma, servetin yalnızca birikmesini değil, aynı zamanda ekonomi üzerindeki baskıyı da artırıyor.
Eşitsizlik, hayatımızın en temel alanlarında görünür hale geliyor. Kaliteli bir eğitim ancak özel okul, özel ders, yurt dışı dil eğitimi gibi yüksek maliyetli imkânlarla mümkün olabiliyor. Devlet okulları arasındaki kalite farkı bile o kadar açıldı ki, çocuğun hangi mahallede doğduğu, neredeyse gelecekte hangi sınıfta yer alacağını belirliyor. Sağlık hizmetlerinde de benzer bir ayrışma var. Maddi imkânı olanlar özel hastanelerde hızlıca tedavi olurken, diğerleri kamu hastanelerinde aylarca randevu bekliyor. Oysa bu hizmetler birer lütuf değil, herkesin eşit şekilde erişebileceği anayasal haklardır.
Vergi sistemi ise bu eşitsizliğin başka bir taşıyıcısı. Türkiye’de vergi yükünün büyük kısmı dolaylı vergilerden oluşuyor. KDV ve ÖTV gibi vergiler herkesin aynı oranda ödediği ama düşük gelirli vatandaşın gelirine oranla çok daha fazla yük getiren adaletsiz kalemlerdir. Buna karşılık, yüksek servetler ve büyük miraslar neredeyse hiç vergilendirilmiyor. Bazı siyasetçilerin babalarından yüzlerce mülk kaldığını açıkça ifade ettikleri bir ortamda, bu servetlerin toplumla paylaşılmaması sadece ekonomik değil, aynı zamanda ahlaki bir sorundur. Diğer yandan bu mülk ve servetler büyük oranda şehirleşmeden kaynaklanan rantların bir sonucudur.
Tüm bu tabloya rağmen, siyasetçilerden özellikle de sosyal demokrat olduğunu iddia edenlerden bu çarpıklığı düzeltmeye dönük güçlü bir irade göremiyoruz. Oysa bu düzen değiştirilebilir. Çünkü eşitsizlik, doğanın ya da tarihin değil; siyasal tercihlerimizin bir sonucudur. Eğer bu tercihler adalet, ortak yaşam ve sosyal dayanışmadan yana olursa, tablo değişebilir.
Atılması gereken adımlar aslında bellidir. Büyük servetlerden artan oranlı vergi alınmalı, servet ve miras vergileri etkin biçimde uygulanmalıdır. Kamusal eğitimin ve sağlık hizmetlerinin kalitesi artırılmalı, bu hizmetlere eşit erişim güvence altına alınmalıdır. Dolaylı vergiler azaltılarak vergi yükü servet ve gelire kaydırılmalı; asgari bir gelir güvencesiyle kırılgan kesimler korunmalıdır.
Bu adımlar yalnızca ekonomik iyileşme sağlamaz; aynı zamanda sosyal barışı da güçlendirir. Çünkü insanlar ancak geleceğe umutla bakabildiklerinde, çocuklarının iyi bir hayat sürebileceğine inandıklarında, çalışarak yükselebileceklerini düşündüklerinde toplumun bir parçası olduklarını hissederler. Aksi takdirde yalnızca bir ekonomik krizle değil, ciddi bir toplumsal çözülmeyle karşı karşıya kalırız.
Diğer yandan ihracata dayalı büyüme modelinin de sonuna gelindiğini görüyoruz. Başta ABD olmak üzere birçok ülke, karşılıklı gümrük duvarlarını yeniden yükseltmeye başladı. Bu nedenle, Türkiye, iç talebe, hizmet sektörüne, teknolojik dönüşüme ve sosyal kapsayıcılığa dayalı yeni bir kalkınma paradigması oluşturmak zorundadır. Bu model yalnızca büyümeyi değil, aynı zamanda refahın adil ve sürdürülebilir paylaşımını hedeflemelidir.
Bu yeni paradigma başlı başına ayrı bir yazının konusu. Önümüzdeki yazılarda bu çerçeveyi daha ayrıntılı ele alacağım. Ancak şunu söylemekle yetineyim: fırsat eşitliği, adil gelir ve servet dağılımı, sadece bir ideolojik tercih değil; birlikte yaşamamızın, bir toplum olarak kalabilmemizin temel taşlarıdır.