Bir yıl daha geçti.
209 artı 2023; 2232 eder.
Koskoca 2232 yıl.
MÖ 209’daki 26 Haziran’dan bu yana hesap edersek, Türk Kara Kuvvetlerinin 2232’inci kuruluş yıldönümü.
Yine herhangi bir anma, kutlama, tören yok.
Çıt yok.
Ses, seda yok.
Değişen hiçbir şey yok.
Madem öyle, geçen yılki yazımızı aynen tekrarlayabiliriz.
“İsmiyle müsemma ‘Sancaktar’ bir dostum her 27 Haziran günü olduğu gibi bu yıl da yeni, yine ve yeniden Mete Han’ı; MÖ 209’u; dolayısı ile onun kurduğu Türk Kara Kuvvetlerinin 2231’inci (Bu yıl 2232) kuruluş yılını ‘kimsenin’ –yine- hatırlamadığını hatırlattı
Peki, madem MÖ 209’u ve Mete Han’ı unuttunuz, MS 7’inci aşıra, Kür Şad’a gidelim.
Kür Şad 40 çerisiyle, Ötüken’i işgal eden Çinlilerin Sarayı’nı basar.
Nihal Atsız’ın, bu olayı anlatan ‘BOZKURTLARIN ÖLÜMÜ’ adlı eserini okuduğumda İstanbul Ortaköy İlkokulu beşinci sınıftaydım. Öğretmenim Süeda Besen Hanım önermişti.
Atsız, şöyle anlatıyor;
‘Bardaktan boşanırcasına yağmaya devam eden yağmurun şakırtısı arasında Kür Şad’ın ihtilâlden önceki son buyruğu işitildi:
– İşimiz ağırlaştığı için saraya hep birden saldıracağız. Dış kapılardaki bekçiler uzaktan okla öldürülerek ses etmeden içeri gireceğiz. İçerde Çin kağanının dairesine giden kapıları Yamtar’la Yumru taş vurarak kıracak. Tasarımız önce Çin kağanını yakalamak, bu olmazsa öldürmek. Sonra Urku’yu kurtarmağa çalışacağız. Ben ölürsem buyruk verme sırası Bögü Alp’ta, ondan sonra Yamtar’da, Yamtar’dan sonra Yağmur’dadır. O da ölürse bildiğiniz gibi yaparsınız. Şimdi yaylara ok koyup ardımdan gelin.
Kırk kişi yaylarını yarı germiş oldukları halde sessiz adımlarla yürümeğe başladılar. Ne rüzgârı işitiyor, ne de yağmuru duyuyorlardı. İşte on yıldır bekledikleri gün gelip çatmış, gözlerinde tüten savaşın eşiğine varmışlardı. Türk budunu bu çılgınca saldırışla tutsaklıktan kurtulacak, Ötüken’de atalarının kurduğu devleti yeniden yaşatacaklardı”. [i]
…
‘Kırk kahraman yağmurun altında yürüyordu…
Kür Şad’ın yedi genç onbaşısı; kimi on beş, kimi on altı, kimi on yedi yaşında olan Sungur, Göktaş, Barmaklak, Karabudak, Kızıl Buka, Çıgay Börü ve Tanrıvermiş üçüncü sırayı teşkil ediyordu.
Türk sırası ve Türk saygısı düzenince yürüyorlardı. Beğlerin ardında 29 er dizi halinde yürüyorlardı’. [ii]
…
‘Kür Şad yanında sağ kalan on iki arkadaşı olduğu halde kuzeye doğru son hızla at sürüyordu. Saray ahırının en iyi atları almışlardı. Yağmur hala yağıyor değil boşanıyor, ortalığı sele boğuyordu. İhtilal başarılamamıştı. Şimdi dağlarda, bayırlarda olan düzensiz Türkleri ayaklandırarak Ötüken’e gitmekten, devleti onlarla kurmağa çalışmaktan başka çare yoktu. Artık kimin kağan olacağı işi sonra düşünülecekti. Çinliler durumu biraz geç kavramışlar, sonra dokuz on koldan çeri çıkararak Kür Şad’ın ardına salmışlardı.
…
O yakınlarda geçilecek bir tek köprü olduğu için bütün kuvvetler oraya doğru at yarıştırıyorlardı. Gecenin karanlığı, yağmurun boşanması, rüzgârın sertliği, şimşeklerin gürültüsü arasında şimdi on üç atlı köprüye doğru at koşturuyorlardı. Tarihin en heyecanlı yarışı yapılıyordu…’[iii]
…
‘Artık yağıyı beklemekten başka yapılacak iş kalmıyordu. Zaten nal sesleri yaklaşıyordu.
Kür Şad’ın sert sesi -Atlan! buyruğunu verdi.
Dizginsiz atlara sıçradılar. Bir Gök Türk için atın dizginli olup olmamasının değeri yoktu. Yazık ki sadaklarında ok kalmamıştı. Yoksa daha nicelerini canlarından ayırır belki de sular biraz durgunlaşıncaya kadar savaşabilirlerdi. Yağmur çok yavaşlamıştı. Şimdi karşıdan gelen kalabalık yaklaşıyordu.
Kür Şad kılıcını çekerek son buyruğunu verdi -Sonuna kadar!…
Bu son buyrukta bir veda ahengi vardı. On kişi kalmışlardı. Hepsi gönüllerinden gelen bir sesle içlerinden -Sonuna kadar- diye tekrarladılar.
Kür Şad hiç söz etmeden gelenlere doğru at saldı. Dokuz arkadaşı da öyle yaptılar. Karanlıkta at üzerinde sert bir vuruşma başladı. Bu artık son çarpışma idi. Bögü Alp ileriye atılırken bir an için yine Kıraç Ata’nın sözlerini hatırladı -Yağmur yağıyor… Irmağın kıyısında dövüşüyorsunuz… Budun kurtuluyor… Adınız unutulmayacak… 1300 yıllık ölümden sonra dirileceksiniz… Acunun batımına dek adınız gönüllerde kalacak… Kıraç Ata’nın bütün dedikleri doğru çıktığı için Bögü Alp budunun kurtulacağına, bin üç yüz yıllık ölümden sonra dirileceklerine acunun batımına kadar adlarının gönüllerde kalacağına inanıyordu. Bu inançla dövüştüğü için hepsinden daha yaman vuruşuyordu. Kür Şad’ın böyle bir inancı yoktu. O umutsuzluğun verdiği acı ile vuruşuyor, kırıyor, deviriyordu. Yüzbaşı Yağmur güleç yüzünü hiç değiştirmeyen yarasıyla kılıç savuruyor, at şahlandırıyordu. İki genç onbaşı Karabudak’la Çıgay Börü yan yana kılıç indiriyorlardı. Gümüş babası Çalığın bir hikayesini hatırlıyordu. Gümüş’ün dedesinin adı da Gümüş’tü. İşte o Gümüş böyle bir çılgın suyun kıyısında dövüşürken suya düşmüş fakat Tanrı kendisini kurtarmış. Toluk Tüge sert naralar atıyor kılıcı kırılmış olan Tunga kılıç kını ile çarpışıyordu. Küçlük’le Yığaç anda idiler. Kendilerini değil birbirlerini koruyorlardı. Yağmur dinmişti. Rüzgar da tarihin kırk bir kahramanına oynayacağı oyunu oynadıktan sonra susmuştu. Bulutların yarısı dağılmış gece aydınlanmıştı. Şimdi aydınlıkta birçok atlı birbirine giriyor, saldırıyor, vuruyor, bağırıyor, haykırıyordu. Artık talihin çizdiği sonuç belli olmuştu. İlk düşen Karabudak oldu. Bir Çinli ile sarmaş dolaş olduğu halde attan yere yıkıldı. Arkasından Yığaç devrildi. Biraz sonra da bir Çinlinin karnını deşen Gümüş’ün ensesine bir kılıç indi. Elindeki kılıç kınını bir Çinlinin kafasında kıran Tunga kargı ile sançıldı. Bu arada sürülerek ırmağın kıyısına kadar gelmişlerdi. Altı kişi damarlarında kalan son güçle son müdafaalarını yapıyorlardı. Bu artık sona ermiş hayatlarını birkaç kısa an daha uzatmak içindi. Bu kahramanlığı yaparken bin üç yüz yıl sonra bir yazıcının kendi hatıralarını yaşatmak için bu satırları yazacağını düşünmüyorlar, şanlı maceralarını Türk oğullarının nasıl bir ihtirasla okuyacaklarını bilmiyorlardı. Vuruşuyorlardı. Kan içinde, kin içinde vuruşuyorlardı. Bulutlar durmuş, ayla yıldızlar dikkat kesilmiş bu savaşı seyrediyorlardı. Üzerlerinde ruhlar dolaşıyor, Tanrı’nın yarlıgamaları başlarına serpiliyordu. Birdenbire Yüzbaşı Yağmur başına kılıç yedi. Sonra omzuna bir kargı sançıldı. Atının yelesine kapanmıştı. Bir an acıyla inler gibi derin bir ah çekti. Sonra bütün hızıyla atını şahlandırarak kendisine kargı sançan Çinlinin atına atladı. Boğazından ve belinden kavrıyarak al aşağı etti. İkisi birden attan kayarak toprağa düştüler. Yağmur, Çinlinin boğazını sıkıyor, bıçağını çekmiş olan beriki boyuna onun sırtına omzuna daldırıp çıkarıyordu. Yavaş yavaş nabızları ağırlaşıyordu. Bıçak son defa Yağmur’un sırtına saplandıktan sonra bir daha çıkmamış orada kalmıştı. Parmakları hala Çinlinin boğazında idi. Dolgun yanakları kan içindeydi. Güleç yüzü gerilmiş donuk bakıyordu. Gözlerinin içinden genç bir kadınla iki bebeğin hayali ışıldıyarak geçiyordu. Yağmur Beğ ölmüştü. Bögü Alp da ölümcül bir yara almış atından düşüyordu. Son bir iş yapmak için elini bıçağına attı. En yakın Çinliye fırlatarak gırtlağına sapladı. Sonra kendisini çamurlu toprağa bırakırken bin üç yüz yıl sonra…diye mırıldandı. Şimdi Kür Şad tek başına kalmıştı. Toluk Tüge kılıçla öldürülmüş, Çıgay Börü at üstünde belinden kavradığı bir Çinli ile birlikte ırmağa düşmüş, Küçlük de andası Yığaç’ın ölümünden sonra onu vuran Çinliyi tepelerken can vermişti. Kür Şad ölmüş Çinli yığınları üzerinde tek başına Çin kağanlığına karşı vuruşuyordu. Yalın kılıçtı. Börkü düşmüş, kaftanı parça parça olmuştu. Göğsü açıktı. Göğsünden, alnından, yanaklarından, boynundan kan sızıyor fakat o yine vuruşuyor, dövüşüyor, çarpışıyordu. O şimdi yarı tanrı gibi bir şeydi. Ölümü de başka türlü olmalıydı. Kırk kahraman birer birer düştükten sonra o hala ayakta idi. Uzun saçları omuzlarında uçuyor, gözleri kıvılcımlar saçıyor, kolu yıldırım hızıyla kalkıp iniyor, her inişte bir Çinliyi deviriyordu. En sonra ölüm kızı onun eline bir sağrak sundu. Kür Şad bu acı sağrağı gözünü kırpmadan içti. Atının yelesine kapandı. Başını dayadı. Sağ elinde kılıç hala sımsıkı duruyor, sol eli sarkıyordu. Kür Şad ölmüş fakat attan düşmemişti. Ölmüş fakat yenilmemişti…
…
Yağılar onun yiğit başını gövdesinden ayırıp Çin kağanına götürdüler. Çin kağanı bütün saray, bütün Siganfu ondan tirtir titremişti. Bu titreyiş yalnız Kür Şad’dan değil onu yetiştiren ırktan geliyordu. Kür Şad ölümüyle budununu kurtarmıştı. Ertesi gün Siganfu’da yargılar kuruldu. İhtilalden haberi olmayan Urku güney vilayetlerinden birine sürüldü. Sarayın adamları Kür Şad’ın ocağını söndürmek için bütün şehri aradılar. Kür Şad’ın dört yaşındaki oğlunu bulsalar yok edeceklerdi. Konçuyu ve on üç yaşındaki kızı ihtilalin çıkacağını biliyorlardı. Kızıyla kısa bir konuşma yaptıktan sonra konçuy oğlunu alarak bilinmedik bir yere doğru gitti. Çinliler geldikleri zaman Kür Şad’ın kızı yalnızdı. Yargının önünde ihtilali bildiğini anasıyla kardeşinden haberi olmadığını söyledi. Babasının kesik başını gösterdiler. Gözlerinden yaşlar akarak -Yurt ve şeref için…diye karşılık verdi. Hayatını kurtarması için bildiklerini açığa vurması gerektiğini bildirdiler. Hiç cevap vermedi.
…
Kür Şad’ın kızı ölüme mahkum edildi. Onbaşı Ay Kutluğun babasıyla Turumtay’ın eçesi de idam cezası almışlardı. Kür Şad’ın kızıyla Ay Kutluk’un babası yüce soydan oldukları için Türk türesince yay kirişiyle boğularak öldürülmeleri gerekirdi. Çin kağanı hakaret olsun diye okla öldürülmelerini buyurdu. O akşam Çin sarayının bahçesinde üçü de oka tutuldular. Kür Şad’ın kızı ortada duruyordu. Yirmi Çerisi nişan almıştı. Bir buyruk işitildi. Arkasından keskin bir vınlayış… İki erkek düşmesin diye Kür Şad’ın kızını kolundan tutuyorlardı. Kendileri yaşadıkça Kür Şad’ın kızı toprağa düşemezdi. Birkaç kısa an onu ayakta tutabildiler. İlk önce Ay Kutluğun babası düştü. Turumtay’ın eçesi diz çökmüş olduğu halde onu hala ayakta tutmağa çabalıyordu. Sonra o da kapaklandı. En son düşen dört okla yaralanmış olan Kür Şad’ın kızı oldu. Gece bütün güzelliğiyle inmişti. Ayın on beşi ışıklarını Tanrı’nın rahmeti gibi saçıyordu. Siganfu sarayından Vey ırmağına kadar olan bütün yerlerde bir başka hava var gibiydi. Bu gece Çinlileri bir korku sarmış, kimse sokağa çıkamıyordu. Çünkü o alanda şehitlerin ruhları dolaşıyordu. Birden buralar bulutlandı. Sis gibi duman gibi fakat onlardan daha başka daha güzel bir şey çevreyi sardı. Sonra birdenbire bu dümdüz beyazlığın üzerinde yerden birisinin kalktığı görüldü. Elinde yerden kaldırılmış gönderi kurt başlı bir tuğ vardı. Yarasından kanlar akan bu hayalet Kür Şad’dı. Bir eliyle tuğu yükseltirken öteki eliyle duman alana bir işaret yaparak –Kalkın diye haykırdı. Kırk şehit birden kalktılar. Kür Şad eliyle ilerde bir yeri gösterdi. -Oraya diye gürledi. Gösterdiği yer Tanrı Dağı idi. Tepesinde ataların ruhu dolaşıyordu. Kırk bir şehidin ruhu bir fırtına gibi bir musikî gibi bir ışık akarak Tanrı Dağı’na doğru yürümeğe başladılar… Onları orada başlarında Alp Er Tunga olan atalar kafilesi bekliyordu. Bu kırk bir şehidin çevresini bir anda yüz binlerce başka şehitler sardı. Tanrı’nın huzurunda başlayan bu en muhteşem resmigeçit büyük sonsuz boşluğu sarsarken birdenbire bir türkü, azametli, ürpertici, Tanrısal bir türkü kainatı titretti;
Delinse yer, çökse gök, yansa kül olsa dört yan
Yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan.
Yıldırımdan, tipiden, kasırgadan yılmayan
Ölümle eğlenen tunç yürekli Türkleriz!…
Bu türkü hala göklerde çınlıyor. Kür Şad ve kırk arkadaşı aylı kızıl bayrağı bekleyerek hala ufukları gözlüyor… ‘[iv]
Demiş 1300 yıl sonra, 1946’da Atsız…
(Kür Şad’ı, Sabahattin Ali’nin de “Esirler” adlı piyesiyle kaleme aldığını biliyor muydunuz?).
Yine Atsız’la bitirelim;
‘Gerilir zorlu bir yay
Oku fırlatmak için;
Gece gökte doğar ay
Yükselip batmak için.
…
İnsan büyür beşikte
Mezarda yatmak için.
Ve,
Kahramanlar can verir
Yurdu yaşatmak için…’ (1931)
[i] “BOZKURTLAR”. Atsız. Ötüken Neşriyat. İstanbul 1978. Onikinci Baskı. Sayfa 350.
[ii] Sayfa 351.
[iii] Sayfa 367
[iv] Sayfa 371-376