Türklerin İnsanlık Serüveni…

Yayınlama: 29.07.2024
16
A+
A-

“Türklerin insanlık serüvenindeki rolü temel nitelikte olmuştur.[1] Bugünkü Çin’in Shanxi, Shaanxi, İç-Moğolistan, Hebei’deki Taihang Shan dağları ve Daqingshan dağları Türklerin yaşadıkları yerlerdi.[2]

Tarih boyunca farklı isimler taşıyan, ama Türkçe konuşan pek çok halka rastlanılmaktadır: Hiong-nular, Hunlar, Uygurlar, Selçuklular, Memlukler, Kıpçaklar, Timurlular, Büyük Moğollar, Osmanlılar.

Bugün de farklı biçimlerde adlandırılmaktadırlar; bu konuda bilgisiz biri bu halkların ortak kaynağını adlarına bakarak tahmin etmekte yetersiz kalır: Türkler, Türkmenler, Kırgızlar, Özbekler, Tatarlar, Azeriler, Kazaklar, Yakutlar, Çuvaşlar, Başkurtlar.. [3]

“Türk toplulukları bozkır sanatını Sibirya’dan Yenisey kıyılarına, Çin2 sınırlarına kadar yaymışlardır. Longmen[4] mağaralarındaki heykelleri diktiren Çin Vey hanedanlığı aslında bir Türk hanedanlığıdır.

Türk göçebe topluluklarının; Mançurya’dan Macaristan’a, tüm Avrasya bozkırlarını baştanbaşa sardığı, Hindistan’a pek çok akın yaptıkları, Ruslara boyun eğdirdikleri ve egemenliklerini Pekin’e, Delhi’ye, Kabil’e, İsfahan’a, Bağdat’a, Kahire’ye, Şam’a, İstanbul’a, Tunus’a, Cezayir’e kadar yaydıkları bilinmez.

Çoğu zaman Türklerin Müslümanlığın ‘önce kılıcı, sonra da kalkanı olduğu’ söylenmiştir.

Türkler hep savaşmıştır.[5]

“M.Ö. 210-174 arasında Çin’in batı sınırlarında Teoman ve oğlu Mete, kendilerine katılan kavimleri örgütleyerek Hun siyasi birliği kurup; M.Ö.201’de Pekin’in Kuzeyi ve İç Moğolistan bölgelerindeki Çin[6] hakimiyetine son verirler.[7]

Baykal’dan başlayarak İrtiş yatağını, Ogur kollarının arazilerini ve kuzey Türkistan’ı zapt ederler. M.Ö. 176 tarihinde iç Asya’da 26 kavim ve şehir-devletçiklerini egemenlikleri altına aldılar. Bu 26 kavim, Türklerle, ‘yay gerenlerle” tek bir aile haline geldiler.

Hunlar 5. yüzyılda Romalıları, Vandalların istilasından Başbuğ Uldız komutasındaki Hun ordusunun Romalılara Ağustos 406’da yardım etmesiyle kurtarmıştır.

Batı şimdilerde pek dile getirmez ama “germen kavimlerine” o zamanlar “barbar” (Vandal, Sueb, Kuad, Burgond, Sakson, Alaman gibi) deniliyordu.

434’de Bizans, Hunlara (Atilla’ya) ödeyecekleri haracı iki katına çıkarmayı (Margos barışıyla) kabul etmişler, ayrıca yılda 300 kg. altın vermeyi de kabullenmişlerdi.

440’lardan sonra ise, Avrupa’da, ‘savaş tanrısı Ares’in kılıcının Attila’nın eline verildiği, dolayısıyla da yeryüzüne hükmetme yetkisinin tanrı tarafından Attila’ya verildiği inancı’ hızla yayıldı.

20 Haziran 451’de Atilla komutasındaki Hun Ordusu, Roma Ordusu’nu yenmiş, tam imha etmek üzereyken de Atilla Ordusu’nu geri çekmiştir. Bu Atilla’nın “düşmanlarına bile merhametli olduğunu” göstermektedir. Ayrıca kendisine suikast düzenleyen Bizanslı elçileri de 448’de serbest bırakmıştır. Hunların Batı’ya hareketi, Gotların daha batıya göç etmesine sebep olmuştur.  Bitmek tükenmek bilmeyen bu batıya göç harekâtı, ara sıra dursa, gerilese bile hiç durmadan devam eder.

İslam’ın doğuşu ve Dört Halide devrinde (633-660) Türkler Maveraünnehir’e kadar yayılınca, İslam’la temasa başladılar. Emevi ve Abbasilerin “ırkçı Arap (mevali) siyaseti” Türklerin İslamlaşmasını 300 yıl kadar durdursa bile, Selçuklular ile Müslümanlaşma 11. yüzyılda kitlesel olarak başlar. Artık Türklerin “İslam’ın kılıcı ve kalkanı olma” devri başlamıştır. 10. yüzyılın ilk yarısından (900-950 arası) itibaren halkı ve yöneticileri Türk olan İtil (Volga) Bulgar devleti (920-9221), Karahanlılar (945), Gazneliler (963) ve Selçuklular (1038) gibi Türk-İslam devletleri tarih sahnesine çıkmıştır.

Türklerin İslâm dünyasındaki asıl hâkimiyeti Selçuklu hanedanı ile başlamış ve Tuğrul ve Çağrı Beyler tarafından, Horasan’da Gaznelilere karşı kazanılan savaşlar sonunda Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşu tamamlanmıştır.

Bu devlet bölgesel bir güç olarak kalmamış, başta Tuğrul Bey olmak üzere Alp Arslan, Melikşah ve Sencer gibi Sultanalrın yönetiminde İslâm dünyasının en büyük devleti haline gelmiştir.

Selçuklular, İran’a egemen olduktan sonra Tuğrul Bey’in önderliğinde batıya yöneldiler ve Halifeliğin merkezi olan Bağdat 1055 yılında Türklerin eline geçtikten sonra, Türkler yönlerini Batı’ya çevirdiler.

İslamiyet’e geçiş 10. yüzyıl boyunca (ilk temastan 400 yıl sonra) devam etmiştir.

İslamiyet’le ilk temastan (650’den) 350 yıl sonra toplu Müslümanlaşma başlamış; 750 yıl sonra da Türk dünyasının Müslümanlığa geçişi tamamlanmıştır. Selçukluların devamı olan dedelerimiz Osmanlı Devletinin Anadolu merkezli bir Türk İslam Devleti kurması ve 600 yıldan fazla ayakta kalması her daim Batılıları şaşırtmıştır;

Nasıl oldu da, bu İslâmiyet ve Bizans imparatorluk mirasını devralan Osmanlılar, Balkanlar ve Anadolu gibi son derece stratejik, karışık ve savunulması zor bir bölgede istikrarlı ve kıskanılacak kadar uzun ömürlü bir imparatorluk kurabildiler?”[8]

Bu, Selçuklulardan devraldıkları “ittifak kurabilme” geleneğinin sonucudur.

 

“Anadolu’ya yerleşen Türkmenlerin yerleştikleri yaylalar at yetiştiriciliği için son derece elverişli olduğundan, Anadolu’da at yetiştiriciliği yayılarak, ünleri arttı ve komşu ülkelerde aranılır oldu.

Süvari, yani ‘sipahi’, askeri bir elit ve yönetici sınıf biçimine dönüştü. Kısaca, ata binmek bir ayrıcalık oldu. Osmanlıların güçlü bir merkezi devlet kurabilmelerini kolaylaştıran bir başka öğe de paralı askerlik kurumudur

Bir başka önemli nokta da, Orhan Gazi‘nin oğlu Süleyman Paşa‘nın tarihi bir karar vererek, Çanakkale’den Gelibolu’ya, yani Avrupa yakasına geçmesidir. Böylece, Osmanlılara Avrupa yolu açılmış, ilerde Avrupa sisteminin önemli bir öğesi haline gelecek olan Müslüman bir devletin temelleri atılmış olunuyordu. Osmanlının farkı kendilerini Anadolu ile sınırlandırmamış olmasıydı. Bunun yanında kuruldukları toprakların coğrafya öğesini kullanmasını bilerek, kervan (ticaret) yollarından para kazanmasını ve ittifaklar yapması hünerini gösterdiler.

“Osmanlılığın, Hıristiyan halk yığınlarına hoş gelmesi, her şeyden evvel Bizans’ta kördüğüm olmuş toprak münasebetlerini (ilişkilerini) kesip atıvermesinden ileri gelir. Osmanlılar, Bizans ilişkilerini yıkmakla kalmazlar. Onun yerine temiz göçebe ruhunu kaybetmemiş ‘kim ekerse onun mülkiyetine giren’ yepyeni bir Toprak Düzeni de kurarlar.

Osmanlılık, bir taraftan çürümüş Bizans idaresi yerine göçebe demokrasisinden kalma taze sosyal teşkilatçılığı ve adil, eşitlikçi iktisadi toprak düzenini ortaya atar. Öbür taraftan, yok olma tehlikesine düşmüş medeniyeti, hem iktisadi ticari anarşiden, hem yıkıcı Moğol ve Cermen istilasından kurtarmaya girişir.

İstanbul’un Türklere geçişi, Osmanlılığın gelgeç Tavaifül Mülük’lükten[9] (Beylikten) kurtulup, sürekli bir imparatorluk halinde kuruluşu bu sosyal ve siyasî şartlar içinde oldu.”[10] “Osmanlılarda kural olarak Hıristiyanların zorla Müslümanlaştırılmaları yoktu. Kısaca belirtmek gerekirse, dedelerimiz Osmanlı “dört büyük uygarlığın, dört büyük askerî ve siyasal gücün bıraktığı boşluğun ortasında kuruldular. Dolayısıyla bu dört güç boşluğun toplam sınırlarının içini dolduracak kadar genişleyecekleri, en az onların gücüne erişebilecek bir devlet kuracakları, belki de daha başlangıcında belliydi.”[11]

“Osmanlılar, Hıristiyanlara karşı tüm hoşgörülerine rağmen, temelde Müslüman bir devlet kurmuşlardı. Devleti ve ulusu belirleyen ana öğe dindi. Osmanlıları, Emeviler ve Abbasilerden ayıran en önemli özellik, düşmanlarına, yani Hıristiyan Avrupa halklarına, dinsel bağnazlıktan uzak bir biçimde “Kur’an’i ve Sünnet’e uygun” davranmış olmalarıdır.”[12] Sözün özü, “İnsan meselesinde Bizans yaya kalmıştı. İnsanı Türkler (Osmanlılar) cezbediyordu.”[13]

Özetlersek; M.Ö.210’dan itibaren büyük hakan Teoman ve oğlu Mete zamanında Türk Birliği’ni sağlayan Hunlar,  doğuda Kore’ye, kuzeyde Baykal gölü ve Obi, İrtiş, İşim nehirlerine, batıda Aral gölüne, güneyde Çin’de Wei ırmağı-Tibet yaylası-Karakurum dağları hattına ulaştırır. Bu tarihlerde Hunlara tabi olanlar arasında Moğollar, Tibetliler, Tunguzlar ve Çinliler de vardı.[14]

Ardından tarih sahnesini İskitler/Sakalar çıkar ve bugünkü Sistan’a (Seistan’a) adını verirler[15] ve birinci milenyumda (ilk bin yılda) Türkler doğudan batıya doğru “Ak Göç’ü” başlatırlar:

  1. “Hunlar, Orhun bölgesinden güney Kazakistan bozkırlarına, Türkistan’a (1.yüzyıl sonları, yüzyıl ortaları) ve Avrupa’ya (375 ve müteakip yıllarda);
  2. Ak-Hun Eftalitler (Uar-hunlar), 350’lerde Afganistan ve kuzey Hindistan’a;
  3. Ogurlar, güneybatı Sibirya’dan güney Rusya’ya (461-465 yılları);
  4. Sabarlar, Aral’ın kuzeyinden Kafkaslara (5. asrın ikinci yarısı);
  5. Avarlar, batı Türkistan’dan Orta Avrupa’ya (6. yüzyıl ortası);
  6. Bulgarlar, Karadeniz kuzeyi üzerinden Balkanlar’a ve Volga nehri kıyılarına (668’den sonraki yıllarda);
  7. Macarlarla birlikte bazı Türk boyları, Kafkasların kuzeyinden Orta Avrupa’ya (830’dan sonra);
  8. Uygurlar, Orhun nehri bölgesinden İç Asya’ya (840’ı takip eden yıllarda);
  9. Peçenek, Kuman (Kıpçak) ve Uzlar (Oğuzlardan bir kol), Hazar denizi kuzeyinden Doğu Avrupa ve Balkanlar’a (9.-11.asır),
  10. Oğuzlar, Orhun bölgesinden Seyhun nehri kenarlarına (10. asır) ve sonra Maveraünnehir üzerinden İran’a ve Anadolu’ya (11. asır)”1 göç ederek, İslam’a

“tam anlamıyla” hizmet etmeye başlarlar.

Adları da “Müslümanlıkla” özdeşleşir.

Kar, izleri örtmesin.

 

  • [1] Jean-Paul Roux, Türklerin Tarihi, [Çevirenler: Aykut Kazancıgil ve Lale Arslan-Özcan], Kabalcı , İstanbul 2008, 1989, s.40

[2]     Enver Baytur ve Heyrinisa Sıdık, Şincangdiki Milletlerning Tarihi, (Doğu Türkistan’daki Milletlerin tarihi), Milletler Neşriyatı, Pekin 1999, s.50

  • [3] Jean-Paul Roux, g.e., s.17 v.d.

[4]     Longmen Mağaraları, Çin’in Henan eyaletinde bulunan ve Buda ve öğrencilerinin on binlerce heykelini barındıran mağaralardır. Longmen,  2,345 mağara ve 100,000 heykele ev sahipliği yapmaktadır.

  • [5] Jean-Paul Roux, g.e., s.17 v.d.
  • [6] “Çin, aslında üç bölüktür: Birincisi ‘Yukarı Çin’dir ki, doğudadır; buna ‘Tawgaç’ İkincisi ‘Orta Çin’dir; burası ‘Xıtay’ adını alır. Üçüncüsü ‘Aşağı Çin’dir, ‘Barxan’ adı verilir; bu, Kaşgar’dadır. Lakin, şimdi ‘Maçin’, ‘Tawgaç’ diye tanınmıştır. ‘Xıtay’ ülkesine de ‘Çin’ denilmiştir. Tawgaç: Türklerden bir bölüktür. Burada otururlar; bu sözden alınarak, bunlara ‘Tat Tawgaç’ denir, ‘Uygur’ demektir; ‘Tat’tır, ‘Çinli’dir. Bu ‘Tawgaç’tır. Tat Tawgaç: Bu sözdeki ‘Tat’ kelimesinden ‘Farslılar’, ‘Tawgaç’ kelimesinden de ‘Türkler’ murad edilir.” [Kaynak: Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûġat-it, (Çev.: Besim Atalay), Cilt-I, TDK Yay., Ankara, 1998, s. 453 v.d.]
  • [7] Jean-Paul Roux, g.e., s.50
  • [8] Oral Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, AÜ, SBF Yayınları, Ankara 1987, 11 v.d.
  • [9] Tavaif-ül Mülk ya da Tayfa

[10]  Hikmet Kıvılcımlı, Fetih ve Medeniyet, Günün Meseleleri Yayın., İstanbul Sultanahmet, 1 Mayıs 1953; (Tıpkıbasım Köxüs Digital Yayın), İstanbul, s.33

  • [11] Oral Sander, g.e. s.11 v.d.

[12]  Enver Baytur ve Heyrinisa Sıdık, a.g.e., s.50

  • [13] Deyim, rahmetli Hükmet Kıvılcımlı’ya aittir.

[14]   Şevket Koçsoy, Türk Tarihi Kronolojisi, Türkler, Cilt-1, Yeni Türkiye Yay., Ankara 2002, s.36 v.d

  • [15] Şevket Koçsoy, g.makale, s.38 v.d.