Bugün 2023’ün Nevruz günü. Türklerin “yeni gün”ü.
Bugün türkülerden bahsedeceğim, türkülerin coğrafyasından söz edeceğim; şimdiye kadar fizken gidemediğimiz, ama belki sonradan gidebileceğimiz, hayallerimizdeki, ruhumuzdaki, rüyalarımızdaki türkü coğrafyalarını yazacağım.
…
Ben “Çırpınırdın Karadeniz”in en duygulusunu, Rahmetli Türkeş’in vefatından sadece dört gün sonra yapılan Türk Kurultayı’nda dinlemiştim.
O zamanlar Kurultay, Türkeş’ten sadece dört gün sonra bile yapılabiliyordu. Yapılması vasiyeti gereği idi. Çünkü o zamanlar Kurultay şahıslarla, krizlerle kaim değildi; bir felsefe, bir hayat tarzı idi.
(Onun için gelin isterseniz bu günü, şimdiyi hiç konuşmayalım.)
Kurultayın ilk gününün sonunda büyük salonda verilen akşam yemeğinde yaşlı başlı aksakallar, ak saçlı hanımefendiler küçük çocuklar gibi ağlıyorlardı… Hem ağlıyorlar, hem kurt başlı elleriyle bir ağızdan söyledikleri Çırpınırdın Karadeniz’e hıçkırarak eşlik ediyorlardı.
“Bir kitaba uzandı. Arap elifbasıyla basılmış bu antolojinin sayfalarından birinin arasına kalem konmuştu. Okumaya başladı. Şiir Ahmed Cevat’ın idi.
Çırpınırdın Garadeniz/ Bahıp Türk’ün bayrağına/ Ah deyerdin, heç ölmezdim/ Düşebilsem ayağına.
Üzeyir Bey durdu. Kıt’ayı bir daha okudu. Kâğıda çizdiği resme baktı. Sonra piyanonun üstündeki resme baktı. Taşbasması resim ona Türkiye’den gönderilmişti. Hamidiye’nin resmiydi. Türklerin gururu gemi, Sivastopol’u bombalayan, Yunan harp gemilerini bordalayan gemi… Üzeyir Bey yüreğindeki sıkıntıyı, keder benzeri duyguyu, daha bir müdrik hissetti. Bugün yirmi ikinci gündü. Türk Ordusu Sakarya’da yirmi iki gece, yirmi iki gündür harb ediyordu.
‘Allahım sen kötü gün gösterme, ordumuzun başına bir hâl gelmesin. Son kal’amızı koru Tanrım’ diye söylendi. Gözlerine acı nemler hücum etti. Tüyleri ürperdi, sazak çalmış gibi yüreği burkuldu. Piyanosunun başına gitti. Ayakta tuşlara bastı. Bir segâh nağme üstünde parmaklarını dolaştırdı. Sonra oturdu. Bir akor bastı. Piyano ellerinin, beyninin, vücudunun devamı idi. İlhamlarının, düşüncelerinin dile geldiği çalgı insandı… Gözünü Hamidiye’den ayırmadan tuşlarda parmaklarını gezdirmeye başladı. İçinden haykıra haykıra Ahmet Cevad’ın mısralarını söylüyor, parmaklarıyla nağmesini çalıyordu. Sol-fa-sol-fa, sool-fa-sol-fa/ Çır-pı-nır-dın Gaa-ra-de-niz…
Birden oda kapısı tıkladı. Çalmayı kesti. İçeri can dostu, büyük sanatkâr Bülbül girdi. Üzeyir Bey’in buğulu gözleri, titreyen dudaklarını görünce korktu, ‘-Üstâd ne oldu? -Heç Bülbül, hele yanaş. -Bülbül yaklaştı, notaya baktı, melodiyi içinden okudu, güfteyi görünce: -Üstâd böyle şeyler yazılır mı? Adamı sürerler, asarlar deli misin? -He, deliyem. -Eh eleyse, men de deliyem. Çal’.
Üzeyir bey hayatının hiçbir döneminde böyle çalmamıştı.
Bir ara ikisi de caddede bir hareket olduğunu sezdiler. Allahallah… Evin önü insan kaynıyordu. Halk haykırıyordu: -Ü-ze-yir bey çok ya-şa.
Bülbül sordu: -Hemyarlar ne oldu? Kalabalık haykırdı:-Telgraf geldi, ordumuz Sakarya’da galebe eyledi, Yunanı yendi.” (Dildeste. Fırat Kızıltuğ. Ötüken Yay. İstanbul 2001. Sayfa 124-125)
…
Gençliğimizde “Estergon Kal’âsı su başı durak” ile Nazlı Budin’e, “Manastırın ortasında var bir havuz” ile Batı Trakya’ya, kolunda beşbin top patlayan Osman Paşa ile Balkanlara giderdik.
Türk’ün bayrağına hasret Karadeniz’i çırpındırır, Settar Han’ın ülkesinden gelen selâmları baş-göz üzerine kabul eder, Horyatlarla Basra’da ufkumuzun doru atlarını sulardık.
O uzak coğrafyalara hep türkülerimizle giderdik.
Devran döndü… Kopenhag, Helsinki süreci içine girdik. Ve önce türkülerimize göz diktiler. Türkülerimizi ellerimizden almaya çalışıyorlar.
Sahip oldukları ruh ve gönül zenginliğiyle, coşku ve akıl ve mantığımızı bulutların üzerine çıkaran yürek çırpıntılarıyla bizi bin yıllarca Orhun kıyısından Budin’e taşıyan türkülerimizi bozmaya; onları kullanarak bölmeye ve içerden çökertmeye çalışıyorlar.
Türküsüz nesiller istiyorlar. Türküsüz Türkler istiyorlar.
Öyle ya, aslının Türkçe olmadığı şüphesi bir kere zihnimizde uyandırılırsa, şimdiye kadar bizi taşıyan türküler o andan itibaren bölünmemize neden olmazlar mı?
Sizi bilmem ama ben iflâh olmaz bir kıskançlıkla türkülerime sahip çıkmaya; Bitlis’in beş minaresi; Gaziantep’in hışhışı hançeri, barak havaları; Diyarbakır’ın sarı kanatlı bülbülü ve orağa gelen arpası; Giresun’un tabya başındaki kızları, Mardin’in güzeli, gelip gül açan baharları; Kütahya’nın pınarları, Yozgat’ın sürmelileri, Kıbrıs’ın beşparmağı, Lefkoşa’nın kızları, Kırşehir’in bozlağı; Muğla’nın çökertmesi ile keyif almaya devam edeceğim.
Trabzon Türk Ocağı Bülteni’nin Aralık 2001 tarihli 37’inci sayısında yayınlanan şu satırlar, hırsızların suratına çarpan Tapu senedi niteliğindedir:
“Kasım ayında Bakû’de yapılan ‘Dünya Azerbaycanlıları Kurultayı’ dolayısı ile verilen konserleri ‘Azerbaycan Televizyonu’ naklen ve tekraren yayınladı. Büyük Hânende Âlim Gasımov, ananeye uyarak önce bir şikeste terennüm etti ve bu esere ‘Sarı Gelin’ mahnısını bağladı. Türkiye’mizde bu eser ‘Erzurum Türküsü’ olarak bilinir. Meğerse Türk Dünyasının ortak sesi imiş. Bu türkü Hüseynî makâmındadır. Dünya yüzünde nerede Türk varsa orada Hüseynî makamı vardır. Meşhur Yemen Türküsü de Hüseynî’dir. Sarı gelin Türküsü on zamanlı Aksak Semâi usulüyle ölçülmüştür. Bu usûl, Azerî Kültür Dairesine giren bölgelerde bilinir ve uygulanır. Yemen Türküsü’nün usûlü de Aksak Semai’dir. Hüseyni makamını ve Aksak Semaî usûlünü Türk olmayanlar çalamaz, söyleyemez, besteleyemez. Özenen olursa bozarlar. Şark dünyasındaki en yakın milletler için bile bu yargımız geçerlidir.
Hüseynî makamı; dünyanın neresinde Türk varsa orada bu zarif makamımız hazır ve nâzırdır. Makamı Türk olmayanlar tam olarak uygulayamaz. Hâttâ bize göre ana makam niteliğindedir. Bazı kaynaklar, Harzemşahlar devletinin büyük hükümdarı Hüseyin Baykara’nın düzenlediği şiir ve musiki toplantılarına daha sonraları Hüseyin Baykara Meclisi adını vermişlerdir. Makamın adı buradan gelir.”
Söğüt’ün Erenleri, Kütahya’nın Pınarları, Yozgat Sürmeli’si elbette güzel eserlerdir ve büyük zevkle dinlerim.
Ama galiba artık Söğüt’ü, Kütahya’yı, Yozgat’ı savunmak için çıtayı biraz yükseltmemiz ve sınırları dışarıdan korumak için; Estegon Kalesi Su Başı Durak’ı, Manastır’ın Ortasında Var Bir Çeşme’yi, Viran Dağlar’ı, Yavuz Geliyor Yavuz’u, Yemen Türküsü’nü tekrar hatırlamamız gerek.
Çocuklarımız Osman Paşa’nın kolunda patlayan on bin topu tekrar tekrar duymadıkça Şanı Büyük Osman Paşa’nın, Plevne’den çıkmam dediğini nasıl öğreneceklerdir?
Plevne, Manastır, Estergon, Nazlı Budin, Yemen türkülerini nesilden nesile aktarmazsak bu coğrafyaların bir zamanlar Türk elleri olduğunu torunlarımıza nasıl öğreteceğiz?
Sınırları dışarıdan korumaz, hiç olmazsa Türkülerle ufkunu uzak coğrafyalara genişletmezsen elbet İzmir’in Kavakları ve Karabiberim, Erzurumlu Sarı Gelin başka dillerde söylenmeye başlar.
Her zaman yaptığımız gibi Plevne Marşı’nı hep bir ağızdan, dolu dolu, tek bir yürek halinde ve en yüksek tonda söylemeye devam edelim.
Söyleyelim ki sıra “Çırpınırdı Karadeniz”e gelmesin.