Siyaset, son yıllarda Türkiye’de bambaşka bir boyuta evrildi. Siyasi partilerin stratejik hamlelerinde yaşanan kaymalar, toplumun geneline yansıyan suskunluk haliyle kendini belli ediyor. Özellikle gençler, muhalif kesimler ve farklı görüşleri savunan bireyler, giderek daha az konuşmaya, daha az ses çıkarmaya başladı. Sanki bir suskunluk deryasında, tek tipleşen bir kamuoyu yaratılmaya çalışılıyor.
Bu durum, İletişim Fakültesinde Siyasal İletişim başta olmak üzere birçok derste karşımıza çıkan; 1970’lerde Elisabeth Noelle-Neumann tarafından geliştirilen “Suskunluk Sarmalı” teorisini hatırlatıyor. Teoriye göre, insanlar görüşlerinin azınlıkta olduğunu düşünüyorsa sessiz kalmaya meylediyor. Buna karşın, çoğunluğun görüşünü paylaşanlar daha gür sesle konuşuyor, medyada ve kamuoyunda daha fazla yer buluyor. Bu sarmal, azınlık görüşlerinin iyice baskılanmasına ve toplumun tek bir ses haline gelmesine neden oluyor.
Türkiye’de, siyasi arenada bu sarmalın etkilerini gözlemlemek mümkün. Belirli bir siyasi görüşün baskın olduğu dönemlerde, muhalif görüşleri savunan bireyler kendilerini ifade etmekten çekinmeye başlıyor. Çünkü, eleştirinin bazen yargısal bazen de toplumsal tepkiyle karşılanabileceği bir ortam oluşmuş durumda. Eleştiride bulunanlar, sosyal medyada linç ediliyor, hukuki süreçlerle karşı karşıya kalabiliyor ya da ekonomik baskılarla susturulabiliyor.
Türkiye’de suskunluk sarmalı sadece siyasi değil, sosyal ve kültürel alanlarda da kendini hissettiriyor. Toplumsal normlara ya da dini değerlere aykırı görüşler dile getirmek neredeyse imkânsız hale geldi. Dini inançlar konusunda farklı bir perspektif sunmak, bireylerin dışlanma ve hedef gösterilme korkusuyla sessiz kalmasına neden oluyor.
Ana akım medyanın büyük bir kısmı belirli bir siyasi görüşe hizmet ediyor. Farklı görüşlerin medyada yer bulamaması, suskunluk sarmalını daha da derinleştiriyor. Alternatif medya kanalları ise baskı altında ya engelleniyor ya maddi yaptırımlara maruz kalıyor ya da sistematik olarak itibarsızlaştırılıyor. Sosyal medyada da durum farklı değil. Trol orduları ve nefret söylemleri, farklı görüşlerin ifade edilmesini zorlaştırıyor. “Dikkat çekmeyeyim, hedef olmayayım” düşüncesi, milyonlarca insanı sessizleştiriyor.
Ekonomi politikalarına getirilen eleştirilerin bile cezalandırılabildiği bir ortamda, iş dünyasının da sustuğuna tanık oluyoruz. Patronlar, iş insanları ve ekonomistler, herhangi bir yaptırım korkusuyla konuşmaktan kaçınıyor. Akademisyenler ise bilimsel gerçekleri dahi rahatça dile getiremiyor; bazı konulara dokunanlar ya işlerini kaybediyor ya da sistemin dışına itiliyor.
Peki bu Suskunluk Sarmalı kırılabilir mi?
Bütün bu tabloya rağmen, dijital dünyada alternatif seslerin yükselmesi umut veriyor. Bağımsız medya platformları, Podcast’ler, YouTube kanalları ve farklı sosyal medya ağları, ana akım medyanın yaratmaya çalıştığı bu tek sesli düzeni sarsabilecek güce sahip. Ancak bu alanların da engellenmemesi, bireylerin kendilerini güvende hissedebileceği bir ortamda düşüncelerini dile getirebilmesi gerekiyor.
Netice itibariyle, suskunluk sarmalına teslim olmamak, korku iklimine boyun eğmemek ve ifade özgürlüğüne sahip çıkmak hem bireysel hem de toplumsal bir sorumluluktur. Çünkü, sustuğunuz zaman sadece görüşlerinizi değil, hakkınızı da kaybedersiniz.