“Bilesin ki akılla anlaşılamaz;
pergele, cetvele gelmez bu ülke [Türkiye].
Kendine has bir kimliği vardır.”
Alev Alatlı
2 Şubat 2014’de vefat eden ve özel izinle Mihrişah valide Sultan haziresinde toprağa verine Alev Alatlı[1], “soyu Rumeli Beylerbeyi Arnavut İbrahim Paşa’ya uzanan bir baba ile Selanik kadılarından Halil İbrahim Bey’in kızı olan bir anneden dünyaya gelmiş; son derece üretken bir yazar, düşünür ve romancı idi.
*
ODTÜ Ekonomi-İstatistik Bölümü’nde İdari ilimler Fakültesi kurucusu hocası Fuat Çobanoğlu rehberliğinde -yıllar sonra üreteceği eserlerinde yansımaları görülecek olan- ‘holistic’ [bütüncül] düşünce biçimiyle tanışır.”
*
Alatlı olaylara bakış açısını ise, “ateş çemberinde, çirkef içinde bir toplumda estetikten bahsetmek dürüstlük değildir. Ayaklarımıza dolanan meselelerden, ‘onları doğuran düşünce tarzımızı kullanarak‘ kurtulamayacağımızı, ‘öğretilmiş çaresizlikten silkinmenin‘ yegâne yolunun, sorunların mümkün olan tüm veçheleriyle yüzleşmekten geçmektedir” diye özetler.
*
Alatlı, “madem Batılılaşacaktık, bari olaya pagan Yunan-Roma değil, İbrahimi dinler kapısından Yahudi-Hristiyan tarikiyle gireydik” görüşünü dile getirir ve “yabancıladığımız Batı medeniyeti, bizim topraklarımızdan doğdu, kökleri bizdedir” yorumunu yaparak Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir’le “Anadolu Medeniyeti” denilen aynı düzlemde buluşur.
*
“Çağdaş bilimin, ileri teknolojinin peşinde koşarken bu alanda en olmayacak insanları, Yunan filozoflarını kılavuz edinmek” sözleriyle Yunan Klasiklerini çevirtip okullarda okutan MEB Hasan Ali Yücel’i eleştirir ve “evimizin bodrumunda kaybettiğimiz ziynetimizi, sırf ışıklıdır diye Nasreddin Hoca misali sokak lambasının altında aramaya kalkışmanın” hatamız olduğunu belirtir.
*
“Batılılaşmayı, ülkedeki kod birliğini bozan bir yaklaşım olarak” görür ve “Kendi değerini inkâr eden toplum bir yerlere gelemez” diyerek bunu “paçozlukla” açıklar:
“Paçozluk, liyakatin ölçü olmaktan çıkması, sıradanlığın, rüküşlüğün yadırganmaz olmasıdır. Türkiye’ye özgü değil,[ama] bizde daha hızlı gidiyor” der.
*
Alatlı, “sistematik bilginin reddedilmesiyle yabancılaşmanın artacağını“, “yerlilerin bir an önce harekete geçmesi gerektiğini ve kod birliğinin yeniden sağlanmasını ve Türk halkının kodlarının, geleneğinde saklı” olduğunu, “Batılı direktifler olmadan kendi derdimize çare bulmak, İslâm’ın değerlerini yok saymamak yerli düşüncenin temelleridir” der.
*
İşkenceci” romanına, 27 Mayıs 1960 darbesinin elebaşlarından ve 12 Eylül 1980 Gladyocu darbecilerin atadığı Danışma Meclisi’nin üyesi olan babasının 9 Kasım 1982’de TBMM’de söylediği, ” ‘Düşünce suçu’ olmaz, düşünceye ‘engel koyma’nın suçu olur. Düşünce silahlı eyleme dönüşürse, engel, düşünceye değil, silâha ve ‘yasadışı eylem’e konur. Modern devlet, düşünceye sınır koymayacak kadar güçlü ve düşünceli olmak mecburiyetindedir” sözleri ile başlar.
*
Alatlı, “İşkenceci” romanında İnönü’yü roman karakteri ağzından eleştirir [Sovyetlere çoluk-çocuk Türk aşiretin teslim edilmesi ve kurşuna dizilmeleri olayında olduğu gibi]. Bu eleştirilerden Süleyman Demirel de “Valla Kurda Yedirdin Beni” romanında nasibini alır ve roman kahramanı Günay Rodoplu [aslında bana göre kendisidir] “12 Mart, ehveni şerdir. Ve en büyük suçlusu silahlı bürokratların dayatmasına karşı çıkmayan, şapkasını alıp giden Demirel’dir” der.
*
“Viva La Muerte” [Yaşasın Ölüm!..] romanında roman kahramanı Günay Rodoplu ağzından, “Yahu, bak, yere göğe koyamadığımız Mareşal Fevzi Çakmak, ne diyor biliyor musun? ‘O herifler gâvur akıllarıyla biliyorlar da, ben bilmiyor muyum?’ ” şeklinde, Fevzi Çakmak’ı eleştirir.
*
“Yüzbaşı Selahattin’in Romanı” adlı eserinde İlhan Selçuk’un “yanlı davrandığını ve hayatını anlattığı Yüzbaşı Seahattin’in [Selahattin Yurtoğlu’nun hatıralarında geçen] Atatürk’e yönelik olumsuz düşüncelerine yer vermediğini” belirtir ve yine roman kahramanı Günay Rodoplu üzerinden eleştirir ve “romanı Yurtoğlu’nun hatıratından aldı ve sansür etti! O hatıratın gerisinde, yüzbaşının Atatürk’e, çevresine ilişkin dünya kadar bilgi vardır, ama aleyhtedir. Ve pek sayın yazarımız, o bölümleri sansür etmekten utanmamıştır.
Çünkü nedense diğer şeylerde ‘doğru’ olduğuna inanılan Yurtoğlu, Atatürk’ü eleştirmeye kalkınca ‘yanlışlık’ yapıyordur! Ne küstahlık değil mi?‘ ” der.
*
Alev Alatlı için “tespit ettiği yanlışları dile getirmek için yazıyor” denilebilir; ancak nedense babasının rol aldığı “27 Mayıs Darbesi” hakkında roman kahramanlarına asla “tek söz” söyletmez.
*
“Kadere Karşı Koy A.Ş” romanında, Devlet Tiyatrosuna çöreklenen ve “hak edeni değil de istedikleri eserleri oynatanları” haklı olarak eleştirir. Bunlardan biri de Tarık Buğra’dır. Roman kahramanına “Tarık Buğra, mesela bir yandan repertuar kurulu başkanlığı yapmış, öte yandan da kendi oyunlarını oynarmış. On altı yıl. Yetmemiş, kitaplarından birinden bir uyarlama yaptırmış birisine, onu da oynatmış insafsız!” dedirttirir.
*
“Kâbus” romanında Aristo için “Doğrusal mantık ya-ya da anlayışı, matematiksel kesinlik, nekrofiliyayı, ölüseviciliğini doğuran kurgulardır. Ya ben- ya o! anlayışı, şiddeti, kıyıcılığı doğuracaktır, çünkü özne ve nesnenin bir arada olamaz” der.
*
“Yaseminler Tüter mi Hâlâ?” romanında roman kahramanı “Eleni Klo Morias” [Müslüman olduktan sonra Naciye Arif] üzerinden, Kıbrıs Barş harekatını acımasızca eleştirerek, anılan romanda Sabri ile Kristos arasında geçen şu diyalogları verir:
“Sabri, köyü kötü bir kehanet gibi ürperten yazıyı onlarca defa okumuştu:
‘Köleler zincirlerinizi kırın! Ya İstiklâl, ya ölüm!’ Ethini Organozis Kiprion Agoniston, EOKA.
Hemen altında ‘Hainlere Ölüm!’
‘Delikanlıdırlar be kuzum’ dedi Sabri, hoş gören bir tavırla.
‘Turkos kefolo!’ tükürdü Kristos, ‘Delikanlıdırlar da, polis istasyonu basarlar! Daha dün on dört adam öldürdüler!’
‘On dört değil be kuzum, bir. Ötekiler yaralı.’ ‘Kala, kala! Sen daha bekleyesin neler olacak!’ ‘Olmaz, inşallah.’
‘İnşallah, maşallah! Yasu komşu yasu! Bunlar aptaldır be! Cahildir. Bilmezler, Yunanistan’da kedi köpek yendiğini! Enosis’miş, tüh!’
‘Gençtirler be guzum’ diye yineledi Sabri. ‘Rahat battı gıçlarına’ dedi Kristo.”
*
Bu diyaloglarında, EOKA güzellemesi mi, kötülemesi mi yaptığı ise pek anlaşılmaz ve bu nedenle çok eleştirilir.
*
Aynı romanda Türk anne-oğul arasındaki diyalogları vererek “ayrıca” Anne’ye İngiliz güzellemesi yaptırır:
” ‘Ne olayım isteng be ana?’
‘Müftü ol, başkan ol, paşa ol’
‘Kıbrıs‟ta paşa olunmaz ki!’
‘Niçûn olunmaz? Ne güne durur o paşa gonakları? Kıbrıslı oğlanlar okusun, gelsin otursun diye beklemez?’
‘Paşa olması için ordu lazım be anacım. Kıbrıs’ın ordusu mu var?’
‘Niçûn yok? İngilizlerin ordusu yoğ mu? Gideng, deng, ‘Ben oğumuş bir efendiyim.’ Onlar da ederler seni paşa. Sen de gurtarırsın ahaliyi gavurun zulmünden.’
‘E, be ana, İngiliz gavur değil?’
‘Gâvurdur ama eyi gâvurdur be oğulcum. Bırakmaz Urum zulüm etsin Türklere!”
*
“Dünya Nöbeti” eserinde ise aslında tüm bakış açısını romanın kahramanı “Güloya Gürelli”ye söyletir:
“Ölümsüzlük kavramı da yok değildir; ama bu yaşama hırsı değil, manevi bir kavramdır.
Yaşama doğrudan müdahale etmez, toplumsal ve ahlâkî önemi vardır.
Bizde ölümsüzlük, gök kubbenin altında kalan bir hoş sadadır ki, ancak yaşamlarıyla insanlığa iyi örnek olanlara nasip olur. Ahlâklı, dürüst, üretken insanlara.
Ölümsüzlüğü yakaladığımız duygusuyla … insanların en gizli dürtülerini, heva ve heveslerini, haz düşkünlüklerini, öldürme dürtülerini irdelerken, biz görmezden gelir, ölümü doğallaştırır, didiklemeyiz.” der.
*
“Irak’ı Hatırla!..” makale serisi ise emsalsiz ve son derece önemlidir.
*
Kısacası, bu Dünya’dan bir Alev Alatlı geçti…
*
Kar, izleri örtmesin.
[1] Alev Alatlı, ODTÜ Ekonomi ve İstatistik bölümünden 1965 yılında mezun oldu. “Fulbright bursuyla Amerika Birleşik Devletleri’ne giderek, 1968 yılında Tennessee eyaletine bağlı Nashville’deki Vanderbilt Üniversitesi’nde kalkınma iktisadı ve ekonometri dalında yüksek lisans eğitimini tamamladı. Ayrıca Dartmouth College’da Felsefe ve Teoloji alanlarında doktora programına katıldı. Bu arada 1968-1969 yılları arasında ABD’nin Maine eyaleti’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı ve Caan College’da büyüme ekonomisi dersleri verdi. İlahiyat, düşünce ve medeniyet tarihi üzerinde yoğunlaştı ve doktora derecesini alamadan 1974’te Türkiye’ye döndü.”